3 Eylül 2014 Çarşamba

İstanbul Kozyatağı'nda yer alan ByOtel sizlere en iyi hizmetleri sunuyor. ByOtel ‘in mutfağından çıkan yemeklerin tatlarına bakmaya doyamayacaksınız. ByOtel sadece Konaklama ve Yiyecek Hizmetlerinin yanı sıra Estetik International’ın sahibi Bülent Cihantimur’un önderliğinde kişilere özel estetik ve saç ekimi yapılmakta.

7 Ocak 2010 Perşembe

Korn Discography

Photobucket


* Korn - Korn (1994)
* Korn - Life Is A Peachy (1996)
* Korn - Follow The Leader (1998)
* Korn - Issues (1999)
- Korn - Live At The Wireless, Melbourne (1999)
- Korn - Live In Woodstock (1999)
* Korn - Untouchables (2002)
* Korn - Take A Look In The Mirror (2003)
- Korn - Greatest Hits Vol 1 (2004)
* Korn - See You On The Other Side (2005)
- Korn - Live & Rare (2006)
- Korn - The Vinyl Classics (2006)
* Korn - Untitled (2007)
- Korn - Haze (Single) (2008)
- Korn - Unreleased Songs

* : studio albums

Source : bunalti

13 Ekim 2009 Salı

Abigail Williams

Photobucket

2008 yılı Soununda "In the Shadow of a Thousand Suns" isimli ilk albümünü çıkartan Abigail Williams, şu sıralar Amerika'nın her köşesini bucak bucak gezmekle meşgul.

Nefes alacak zamanları bile yok. Kendi tarzlarını "North American Black Metal" olarak adlandırdıklarını gördüğüm zaman, gülümsemiştim dersem yalan olmaz. Black Metal illa kuzeyden çıkmak zorundaymış gibi hissettiklerini sandım, ama albüm bana tamamen yanıldığımı söyledi. Bu kadar melodik, hatta bukadar dramatik bir Amerikan sounduna pek alışkın olduğum söylenemez ama "Southern" denilen şey daha bütüncü, daha az kafa karıştıran müzik ise; işin "Northern" kısmında böyle kompleks yapılı senfonik tabanlar gördüğümde şaşırmamam gerektiğini anladım. Ne de olsa Kuzey ile Güney arası Sinop ile Hatay kadar yakın değil, değil mi :)

Grup ismini Salem Cadıları vakalarında suçlananların başında gelen Abigail Williams'tan almış. Bu tavırlarını da Avrupa mitolojisine saldırmak yerine, yerel hikayeler bulmayı tercih etmelerine bağlıyorum. Amerikalı olduklarını ve Avrupalıdan farklı şeyler hissetmeden black metal yaptıklarını göstermeye çalışıyorlar her seferinde. Bunun en büyük örneği de albümün soundu. Albümü yanında dinlediğim çoğu insan "Emperor soundlu" tanımını takmıştı Abigail Williams için. Bu açıklamayı makul bulmuş olmama rağmen, aylar sonra albümün davullarını 3 şarkı hariç Tyrm'in çaldığını görünce, ağzım açık kaldı. Tyrm'in Soundu bu kadar belirleyici şekilde kendine çevirmiş olmasına şaşırmamın yanı sıra, grup elemanlarının da oldukça fazla Emperor dinlediğini düşünmekteyim.



Elemanlarla ilgili ilginç bir kaç ayrıntı daha bulunmakta.. Tahmin edebiliceğimizden çok daha fazla eleman değiştirmiş olan grubun Arizona çıkışlı oluşu şu "Northern" konusunda biraz kafa karıştırıyor, bu durumda kıtlardan bahsetmiş olduklarını anlamış bulunuyoruz. Bu kadar çok eleman değiştirilmiş olmasının ardında, esas çocuk olan solist Ken Sorceron'un saplantı bouyutunda mükemmeliyetçi olmasının yattığı anlaşılıyor. Aslında bu tarz durumlar pek çok grubun aleyhine olaylar geliştirirken, Abigail'in yararına olmuş. Bu yararların içinde, grubun 2007 yılında dağıldığı zamanlarda In the Shadow of a Thousand Suns albümü üstünde tamamen Sorceron'un çalışmış olması da bulunuyor. Bir bunalımın ardından iş başına oturup, albümün çoğunluğunu tek başına yazıp, ardınan albümün prodüktörü olarak James Murphy'yi ayarlamak (evet bu tamamen gerçek), davulu da Tyrm'e çaldırmak her mükemmeliyetçi vokalin harcı olmasa gerek. Sanırım bundan sonrası, geri dönen ve yeni gelen elemanların kabiliyeti, Tyrm'in yetenekleri ve Obituary'den Murphy'nin maharetli dokunuşlarına kalmış. Üstelik halen daha çok hızlı yol alıyorlar. Albümün ardından klavyeye aldıkları Ashley Ellylon geçtiğimiz birkaç ay içinde Abigail Williams'tan ayrılıp; Rosie Smith'in yerine Cradle Of Filth'te çalmaya başladı. Avrupalı grupların bu gruba gösterdiği ilgi, her ne sebepten ise; Avrupa dinleyicisinin ilgisinden çok çok daha fazla.

Gelelim albüme; grubun 5 şarkılık EPsi "Legend" gibi, bu albüm de Candlelight Records çıkışlı. Bu durum da Sorceron'un 2006 çıkışlı EPden sonra, 2007 ayrılığı içinde ne kadar zekice hareket etmiş olduğunu gösteriyor. Çünkü Candlelight'a Legend öncesi nasıl girdiklerini bilemesek -ve buna yetenek desek- de, In the Shadow of a Thousand Suns yapım kadrosuyla Candlelight grup kadrosunu karşılaştırıp Emperor ve Obituary'i bir arada görünce Sorceron'a oldukça saygı duydum. Nitekim, hikaye kısmını geçersek şarkıları duyduktan sonra gitarist Bjorn gruba geri dönüyor ve albümü 6 ayda kaydediyorlar. Kapakta bile Amerikadan çok buram buram İskandinavya kokluyorsunuz. İşin özüne saygı duymuş çocuklar, zaten kapak da In the Nightside Eclipse renginde At The Heart Of Winter gibi, hemen hemen... "E bu kadar İskandinav kokusu üstüne neden 'North American'?" diye soracak olursanız; ben bütün bu safsatayı işin dramatik melodizminden çok şu Metalcore ya da Endüstriyel stildeki kesik gitar rifflere bağladım. Albümü tekrarladıkça ufak ayrıntılar yakalıyorsunuz. Klavyeyi birkaç saniyeliğine silmek için bir buton olsa, ufak bölümler içinde Immortal vokalli Machine Head dinlediğinizi düşünebilirsiniz. Üstelik vokaller duayence "black metal" adı altında yazılmış ve okunmuş olsa da; Amerika'nın şu yeni "core" gruplarının scream vokale bu kadar abanmaya başlamasından sonra, ne yalan söyleyeyim; insana pek de black metal gibi gelmiyor.



Eğer hala In the Shadow of a Thousand Suns dinlemediyseniz, denemenizi öneririm. Özellikle The World Beyond ve Into The Ashes favorilerim. Ilk kliplerini de beklediğim gibi bu iki şarkıdan birine, Into The Ashes'a çektiler. Abigail Williams'ın alışmakta zorlandığım en önemli özelliği şarkı sözlerinin şiirselliği. Bu kadar epik liriklere sahip bir Amerikan grubuna alışmak zaman alacak. Ama bu halde dinlemeye devam edecekler için grubun başlığı kesin ve sert, "Epic As Fuck".

www.myspace.com/abigailwilliams

Saba Arat

Protestodan Uyuşturucuya, Suicide Silence!

Photobucket

3 Demo, 1 EP ardından 2007 yapımı The Cleasing ile Amerika sınırını oldukça hızlı aştı Suicide Silence. 2009 albümü No Time To Bleed, artık iplerin kimin eline geçtiğini belli etmiş durumda.

Oldukça hızlı ilerleyip, göründüğünden çok daha sert olmayı başarabilen nadir gruplardan biri aynı zamanda. Bu grubu sevmeniz ya da nefret etmeniz için benim ya da herhangi birinin yorumlarıma ihtiyacınız olduğunu düşünmüyorum.

Son zamanlarda uzun uzadıya tartışıldığına tanık olduğum bir tarafını gördüm bu grubun. Aslında okumaya başladığınız yazı, grubun müziğinin değil sosyal tarafının hakkında, gibi...

No Time To Bleed'in içeriği kızgın Avrupa dinleyicisi tarafından biraz yadırganmış olsa gerek ki, yavaş yavaş tartışma panolarında albüm içeriği hararetle el altına alınıyor. "Bunun sebebi bütün tarafların Suicide Silence'a (belki de gereğinden fazla) önem vermeleri" diyor grubu tanıyanlar. Avrupa dinleyicisinin tabuları dişleyen gruplara karşı bu kadar titiz olabileceğini tahmin etmişlermidir bilemiyorum aslında. Sosyal saldırıyı her alanda bu kadar iyi kullanabilen bir grubun, eski sertliğinden taviz verip daha "Amerikan"a dönmesi sanırım kızdırdı Avrupalıyı. Kızdı Avrupalı, ama sevdiğinden kızdı, "Can your god save you now?" diye üzerine yürüyen grubun taviz verecek olmasına korktu da kızdı! Sertlikten söz ederken müzikten bahsetmediğimi anlamış olmalısınız sanırım, zira No Time To Bleed'de yavaşlamak ne kelime, ciğerimizi deşiyor yine Suicide Silence.. Sanırım bu kadar karmaşık bir konuya kronolojik olarak girişmem gerekecek, yoksa ne ben yazdığımdan bir şey anlayacağım ne de siz.



The Cleasing ile başlamak istiyorum. İsmi Revelations olan bir intro ile albümü açıyorsunuz, ardından ilk şarkının otuzuncu saniyesinde "Where's your fuckin God?" diye bağırıyorsunuz. Özgürlükler ülkesinde (!) sizi pek ciddiye almamış olabilirler ama aslında bu yaptığınızla Avrupa'ya bir gol atıyorsunuz. Hiç zaman geçmeden İngiliz Street Teamleri sokakları boyamaya başlıyor; hem de öyle böyle değil. "Fuck your past, the future is in your hands" yazıyor, Almanlar albümü satın alma rekoru kırıyor, inanması güç ama Norveçe sayısız tshirt satışı yapıyorsunuz... Böylesine protest bir albüm yapıp, ismini de The Cleasing koyuyorsanız, bu insanların sizin izinizden gelmesinden rahatsız olmazsınız sanırım. Sadece "ünlü olmak" adına The Cleasing kadar protest bir albüm yaptıklarını düşünemiyorum. Böyle bir durumda da Century Media'nın elleri armut topluyor olmazdı herhalde..

Üstelik albümün bütün şarkıları din ve politika hakkında da değil. Tam Amerikan stili -kadına ithafen- gore tabanlı saldırgan lirikleri de görmezden gelmiş olamaz bu kadar insan... Şimdi bu insanların bir çoğu kalkıyor (ki bunların hepsi grubun fanı) ve ikinci albümün liriklerini topa tutuyor. Hem haklılar hem de haksız, aslında ikinci albümün ne demek istediğini anlayabilmenin yolu birinci albümden geçiyor. Bu albüm yeterince açık konuşulmuş bir albüm, üstüne üstelik söz yazarı Mitch Lucker'ı ikinci albümde "bencilce söz yazmaktan" suçlayan fan kitlesi ortaya çıkıyor. Aslına bakarsanız bu çocuğun tavrı ilk albümde de farklı değildi. Yeterince protest olmasına rağmen, hiç çoğul konuştuğunu görmedik."I'm the one man army of disease" dedi, dinledik.



No Time To Bleed'e gelince, aradan iki yıl geçmiş ve adamların hayatları değişmiş olmasına rağmen müzikal çizgiden hiçbirşey kaybetmediler. Buna rağmen, hala ilk albümün devamı gibi yazılmış tonlarca riff ve şarkı sözüne sahip olmaları da yaptıkları işin hala arkasında olduklarının kuvvetli bir göstergesi sayılabilir. Wikipedia'da bile bu albüm hakkında arama yaptığınızda karşınıza "Mitch'in din ve politika hakkında yazmayı bırakıp, kişisel sorunlarına eğildiği" çıkıyor. Buna yalan diyemeyiz, No Time To Bleed'in ruh haline baktığımda -ki bunu sadece ilk klip Wake Up'ı bile izleyerek anlayabilirsiniz- tamamen çileden çıkmış uyuşturucu bağımlıları görüyorum. Üstelik bunu saklamak gibi bi niyetleri yok, aksine teşhir ediyorlar. Ama grubun Protest tavrını bıraktığını söyleyen fan kitlesinin yanıldığı nokta da tam olarak burda bulunuyor. İlk albümün bilinç altında, yaşadığı dünyadan bıkmış adamlar vardı. Ve şimdi No Time To Bleed'e baktığımda ben; sadece yazdığı onca kitaptan sonra migreniyle savaşan, yıpranmış, parçalanmış bir Nietzsche'ye benzeyen Mitch Lucker'ı görüyorum. Suicide Silence protest tavrından hiç de vazgeçmiş durumda değil. Sadece artık bayrağı taşımıyor. Onları topa tutan fanlarının işi devralmasını istiyor. Üstelik bu, oldukça da makul bir istek!

Fanlar haklı, ikinci albüme uzaktan bakılınca hiç protest söz yok! Ama grubun albüm adıyla bile yansıtmak istediği bezginlik, vazgeçmişliğin bezginliği değil. Aksine, bir yardım çağrısı. Bencillik bazında "İkinci bir Corey Taylor vakası" yaşanmasından korkanlara, Suffer'da çok güzel bir cümle verilmiş. İnce eleyip sık dokumayanın kaçıracağı bir cümle... Bence zaten grubun da istedği bu! Onları gerçekten anlayanlarla beraber savaşmak istiyorlar. Albümün tek protest cümlesi, bir tam albüme bedel olmuş aslında. Ve diyor ki Mitch, "RUTHLESS CLEASING HAS ALREADY BEGUN AND ITS TIME TO MOVE ON"...

İlk albümün adından, ikinci albümün ince ayrıntılarına kadar hala aynı yoldalar. Nefret kusma vaktini bize bırakmış, nasıl yaşadıklarını anlatıyor bu albüm. Belki edebiyattan anlayanı sınamaya karar verdiler, belki de gerçekten bağımlı bir frontman faciası eşiğinde yaşıyorlar. Bilemiyoruz.. Ne olursa olsun hakkında yazmaya gerek bile duymadığım müziklerinin yanında böyle zekice bir tavırla devam edebiliyorlarsa; onları anlamayacak, ya da anlamak için zaman ayırmayacak dinleyicilerine ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Sanırım bizsiz de idare edebilirler.

Geri kalan bilgileri bulabileceğiniz adresler:
www.suicidesilence.net
www.myspace.com/suicidesilence

Saba Arat

Neslin çağ ötesi Death Metali: The Faceless

Photobucket

Daha birinci albüm Akeldama bitmeden, Skinless ve Dying Fetus gibi gruplarla sahne almaya başlamıştı The Faceless. Açıkçası Akeldama ile çok da ilgimi çekmemişti; dinlemiş, hoşlanmış ama bir kenara bırakmıştım.

Planetary Duality isimli ikinci albümleri 11 Kasım 2008 tarihi ile piyasaya çıkacaktı, ama tahmin edebileceğiniz gibi 4-5 Gün önceden sanal alemlere düştü. Downloadu da çok heyecanla beklemediğimi itiraf etmeliyim, ancak ilk şarkıyı açtığım andan itibaren, hakkında legal olarak yazacağım anı ellerimi ısırarak bekledim.

Kısa bir The Faceless geçmişi sunalım, tam doğum tarihlerine ulaşamamış olsam da grup elemanları 20-25 yaşları arasında Amerikalı gençler. 2004'te grubu kurmuşlar ve 2006'da bir demoyla beraber ilk albümleri Akeldama'yı yayınlamışlar. "Frontman"i vokalist olmayan gruplara hep özenmişimdir. Faceless'ta da bu durum söz konusu. Grubun hem gitaristiğini hem de prodüktörlüğünü üstlenen Michael "Machine" Keene 1987 / California doğumlu bir beyefendi. Kendisine neden "Machine" dediklerini daha önce Faceless dinlemişseniz zaten biliyorsunuz demektir. Grubun insanı en çok etkileyen kısmı Keene önderliğinde, tüm albümü kendileri hazırlıyor olmaları. Bütün prodüksiyon işleri, kayıt silsilesi gruba ait. Planetary Duality'nin soundundan tutun, şarkıların tüm ince ayrıntılarına kadar herşeyi oldukça başarılı. Elemanların yaşlarına bakılırsa, takdir edilesi bir başarı söz konusu. Grup herşeyiyle tam da plak şirketleri Sumerian Records'un tutacağı türden. Ki bana kalırsa üçüncü albüm Sumerian'ı aşacak gibi gözüküyor.



Kısaca Progressive Death Metal yapan bir grup için aslında oldukça geniş bir tarz yelpazeleri var. Tek bir şarkı içinde Morbid Angel'la Cradle Of Filth'i bile aynı anda bulabilirsiniz. Şarkı sözlerinde de çok başarılı bir denge tutturmuş Faceless. Bilimkurgu, Mitoloji ve ağır sosyal düzen eleştirisinin çok iyi birleştiği bir üçgen yaratılmış. Scientologist bir yaklaşımla inanç tabuları üstünde çekinmeden oynamışlar, sadece bugünün değil geçmişin dogmalarını bile ölçüp biçip aktarmışlar. Zeus ve İsa'nın kol kola gelip "Biz yalan söyledik" diyeceğini bekliyorsunuz. Vokal soundunda da şarkı sözleri üstüne oldukça güzel numaralar yapılmış, sert eleştirel kısımlarda karşınızda dolu bir scream vokal, yeri geldiğinde de adeta bir Chris Barnes buluyorsunuz. Kısacası yeni vokal Demon Carcass (!ismine yandığım!) bu işi iyi başarmış. Kimilerine göre o robotik clean vokaller pek beğenilmemiş, ama bana kalırsa buna The Faceless özgünlüğü diyebiliriz. Akeldama ile Planetary Duality arasında bir kalite farkını konuşacak olursak albümlerin kapaklarına bakmanızı söylemem bile yeterli olacaktır. Tahminimce bu iş tam ergenliğe girdikleri andan itibaren hayatlarını müzik dinlemeye ayırmış birkaç Amerikalı gence göre bir iş. Nile'dan tutun Immortal'a kadar herşeyi dinleyip sevmiş olduklarını kolaylıkla farkedebiliyorsunuz.

Nitekim Planetary Duality öncesi başarılarını saymasak bile bu albümü dinledikten sonra "bu adamlar çok iş yapacak" diyenler olmuştur aranızda. Albümün çıktığı haftadan itibaren başladıkları konserlerinde Cannibal Corpse, Lamb of God, Dying Fetus, Suffocation, Exodus, Samael, Necrophagist, Neuraxis, Cynic, Misery Index, Decrepit Birth, Carcass, Atheist, Nile ve ismini yazamayacağım bir çok grup ile beraber turlamaya başladılar. En son Japonyada çaldıklarını tur listesinde gördüğümde de tezimin doğrulandığından emin oldum. Amerikada hemen hemen iki günde bir sahne alan, 2009'un en güzel Avrupa Festivallerine yetişen, bunun dışında da Avustralya ve Japonya'da bile ün salmayı başarabilen bir grup haline geldiler. Kasımdan bu yana geçen 7-8 aylık zamanda bu kadar ileri gidebileceklerini bu işe başlarken tahmin etmişlermiydi bilemiyorum. Akeldama'nın pabucunu dama atan Planetary Duality'de olduğu gibi, olası üçüncü albüm de Planetary Duality'e aynısını yapacaksa; The Faceless'ın iki günde bir olan Amerika konserlerine ayırdığı zamanın bir kısmını da Avrupaya ayırması gerekecek.

Grubun kadrosunu, tur bilgilerini ve şarkılarını MySpace sayfalarından bulabilirsiniz. www.myspace.com/thefaceless

Saba Arat